27.09.2017

Herkes başkasından bekliyor

Sözgelimi, eğitim sisteminde aksaklıklar var. Çocuklarımızın sağlıklı bir eğitim ile geleceğe hazırlanması son derece önemli. Ama anne babalar, okul, öğretmen ve yöneticilerden bir şeyler bekliyor. Nasıl olsa kaliteli okula, kaliteli öğretmene teslim ettim, bundan sonrası onlara kalmış diyor ve bekliyor. Halbuki geleceğimizi emanet edeceğimiz çocuklarımızın yetiştirilmesi, yalnızca okul ortamına bırakılacak bir konu değil. Bu konuda anne babalar, yakınlar olarak hepimize büyük görevler düşüyor. Zira her birimizin ayrı yapacağı şeyler var. Çocuklarımızın duacısı olmak, onları helal rızık/burslarla beslemek, istikamette kalmaları için onların takipçisi olmak, hayırlı işlerinde onlara yardımcı olmak, onlara değer verip dinlemek,yanlış yaptıklarında kurtarmak için ellerinden tutmak ve sorunlarının çözümünde onların yanında olmak ve benzeri pek çok şey hepimize düşüyor.

Sözgelimi sokaklarda yanlış giden bir şeyler var. Uyuşturucu, fuhuş, hırsızlık gibi kötülükler yaygınlaşıyor ve bu sorunlar hepimizi ilgilendiriyor. Ama çözümü hep yetkililerden bekliyoruz, devlet tedbir alsın, suçluları ağır cezalarla cezalandırsın ve bunları zararsız hale getirsin diye bekliyoruz. Halbuki o yanlış işlere karışanlar bizim çocuklarımız, yakınlarımızın çocukları. Onların yanlış yollara düşmemesi için anne-baba, dede-nine, amca-dayı, hala-teyze, akraba-komşu olarak bizlere de görevler düşüyor. Yanlış yollara düştükten sonra onları uyarmak, onları kurtarmak için gayret sarf etmek hepimizin görevi olmalı.

Sokaklar kirletiliyor, trafik kuralları çiğneniyor, gürültü kirliliği kol geziyor, dilencilik yaygınlaşıyor, değerlerimizle bağdaşmayan davranışlar herkesin gözü önünde aleni işleniyor. Ama duyarsızlık, nemelazımcılık, bana dokunmayan bin yaşasın anlayışı kol geziyor. Yetkililer önlemlerini alsınlar beklentisi var her kesimde.

Gidişata duyarsız, günah ve günahkârlara bağışıklık kazanmış bir toplum haline geldik. Hâlbuki İslam toplumunun en temel özelliği iyiliği emretmek, kötülüğe dur demek; hayra motor, şerre fren olmak idi. Ama bu duyarlılığı kaybettik yahut bu görevi yalnızca yöneticilere ve eğiticilere havale ettik. Oysa toplumun her kesiminin yerine göre gördüğü kötülüğü eliyle, diliyle düzeltmesi, hiç olmazsa kalbiyle buğz etmesi gerekirdi. Birlikte yolculuk yapan iki kişiden biri yanlış yapmaya kalktığında diğeri ona dur demeli, diliyle onu uyarmalıydı. Ev içerisinde aile fertlerinden biri yanlış yapmaya yeltendiğinde, diğerleri onu engellemeli ve uyarmalıydı. Kalbin buğz etmesi de kalpte kalan bir duygu değildi. Buğz ettiğimiz bir kötülük ortamından hiç olmazsa uzaklaşmamız gerekirdi. Çünkü sevgi ve nefret kalpte yer eden, davranışlara yansıyan, onları yöneten güçler olmalıydı. Yoksa kötü gidişata seyirci kalan bir buğzun varlığı ile yokluğu birdi.

İslam toplumunun bir başka temel özelliği sorumluluk önceleyen bir toplum olmasıydı. Buna göre herkes önce sorumluluklarını yerine getirmeli, sonra haklarını beklemelidir.

Sözgelimi ailede karı koca ve çocuklar öncelikle kendi sorumluluklarını yerine getirmeliydiler. Zaten bir arada yaşayan bireylerin kendi sorumluluklarını yerine getirmeleri, karşı tarafın haklarını ödemeleri demekti. Ailede kadın sorumluluklarını yerine getirdiğinde kocasının ve çocuklarının haklarını ödemiş olacaktı. Erkek sorumluluklarını yerine getirse, kadın ve çocuklarının haklarını ödemiş olacaktı. Çocuklar sorumluluklarını yerine getirse, anne babalarının haklarını ödemiş olacaktı. Ne var ki ailede herkes haklarım diye yola çıktı ve her birey hak etmeden haklarının peşine düştü, sonuçta ne haklarını elde edebildi, ne sorumluluklarını yerine getirebildi. Anne ben anneyim ana hakkı dedi; baba, ben babayım baba hakkı diye tutturdu; çocuklar bizim haklarımızı ne olacak dedi durdu. Hiç kimse peki benim sorumluluğum ne, ben sorumluluğumu yerine getiriyor muyum diye sormadı bile! Sonuçta sorumluluklar yerine gelmedi, haklar da yerini bulmadı.

Okulda öğretmen ben hocayım, hocalık hakkı dedi; öğrenci ben de talebeyim benim de hakkım var diye tutturdu. Taraflar sorumluluklarını layığı ile yerine getirmediler. Sonuçta görevler ortada kaldı, haklar da sahiplerini bulmadı.

Dairede âmir, ben yöneticiyim benim hakkım dedi; memur işçi ben emekçiyim benim hakkım diye tutturdu. Ne âmîr hakkını alabildi, ne işçi memur hakkını bulabildi. Tıpkı hak edilmeden alınan memur maaşları gibi, herkes hakkını peşin peşin almaya kaktı, sorumluluklarını ikinci plana bıraktı, sonuçta ne hak kaldı ne hukuk. Ve hak değirmen taşında kaldı! Bugün su değirmenleri de kalmadığına göre çoğu haklar ahirete kaldı. Elbette o büyük hesap günü her hak sahibi hakkını alacak, ama o gün hiç kimsenin sorumluluklarını yerine getirme ve hakkı hak etme fırsatı olmayacak!

Prof. Dr. Ali AKPINAR
Konya İl Müftüsü